top of page

İSRAİL-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

1 Eyl 2024

Yağmur Güdeloğlu yazdı.

Yazının Editörleri: Eylül Kaya


Geçtiğimiz haftalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rize’de yaptığı açıklamaların ardından Türkiye-İsrail arasındaki gerilim arttı. İsrail Dışişleri Bakanı Katz’ın, Erdoğan’ın sonunu Saddam Hüseyin’e benzetmesinin akabinde Dışişleri Bakanlığımızdan misilleme olarak “Soykırımcı Hitler’in sonu nasıl olduysa soykırımcı Netanyahu’nun sonu da öyle görünüyor.” mesajı geldi. İsrail’in Filistin’deki insanlığa aykırı eylemlerinin sonucunda Türkiye-İsrail ilişkilerinin bugün nasıl bir noktada olduğunu görebiliyoruz. Tarih geçmişi yorumlayarak bugünü anlamlandırmaya, geleceği inşa etmeye vesile olur. Tekerrürden ibaret değildir ancak tekerrürler önemli yer tutar. Bu sebeple bu meselenin tarihi arka planını anlamak gereklidir.


Osmanlı İmparatorluğu, dönemine göre hoşgörülü olmasıyla ve adalet yapısıyla özel bir imparatorluktur. Yahudiler için de hayati önem taşıyan adımlar atmıştır. 15.yy’da 2.Bayezid ve 16.yy’da Kanuni Sultan Süleyman’ın Hristiyanlardan kaçan Yahudileri zulümden kurtarıp ülkeye kabul etmeleri, bu durumun iki spesifik örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı’nın bu adımları, zulümden kaçan insanlara hamilik yapma motivasyonunu ve Hristiyanların o dönem Yahudilerin ve Müslümanların ortak düşmanı olduğunu göstermektedir.  Aynı zamanda birçoğu meslek sahibi olan ticaretle uğraşan bu insanlar, Osmanlı ekonomisi için önemli bir yapı taşı olmuşlardır.


Yakın geçmişte, 19.yüzyılın sonlarına doğru, Theodore Herzl’in öncülüğünde Siyonizm yükselmiştir. Siyonistler Osmanlı hâkimiyetinde olan Filistin topraklarında bir devlet kurmak için Osmanlı ile görüşmek istemişlerdir. İlk girişimlerinde belirli bir meblağ karşılığında Filistin topraklarını satın almayı, sonrasında Osmanlı borçlarının konsolidasyonunu üstlenmeyi teklif etmişlerdir. Herzl önderliğinde sunulan bu teklifler 2. Abdülhamid tarafından reddedilmiştir. Yahudilerin Filistin dışındaki Osmanlı topraklarına yerleşmesine izin verilse de Filistin’de bir nüfus oluşturmaları çeşitli uygulamalarla engellenmiştir. Sultan onların büyük amacının farkına varmıştır. Ancak 2. Meşrutiyet döneminde, engellemelerin bir kısmının ortadan kaldırılmasıyla birlikte bölgedeki Arap-Yahudi çatışmasının ayak sesleri başlamıştır. Buradaki çatışmayı artıran en önemli unsur bu stratejik bölge üzerinde sömürgecilik doğrultusunda çıkarlar güden Avrupalı güçlerin devreye girmesi olmuştur. Başta İngiltere olmak üzere, Batılı devletler İmparatorluktaki etnik grupları kendi amaçlarına alet etmekten çekinmemişlerdir.


Zamanla bölgede güçlenen Siyonizm ile birlikte 1948’de bir Yahudi devleti kurulmadan önce yaşanan dikkat çekici bir olay daha bulunmaktadır. İngiltere, Cihan Harplerinden sonra oldukça yorgun düşmüş; eski ihtişamından eser kalmamıştır. Filistin’i 1. Dünya Savaşı’nda elde etmiştir ancak bu durum uzun sürmemiştir. Bölgelerinden birer birer çekileceği bir sürece girmiştir. O dönem Filistin topraklarında bir devlet kurmak istemiştir. Bu devletin çoğunluğunu Araplar, azınlığını Yahudiler oluşturacaktır. Yahudiler ve İngilizler kral olarak sürgüne giden Osmanlı hanedanından bir şehzadeyi, Mahmut Şevket Efendi’yi, uygun görmüş ancak Araplar bu işe yanaşmamıştır. Mahmut Şevket Efendi İngilizler bölgeden çekildikten sonra çoğunluğun desteğini alamayacağı için durumu tehlikeli bulmuş ve teklifi reddetmiştir. Sonrasında 1948 yılında İsrail bağımsızlığını tüm dünyaya ilan etmiştir. Türkiye, İsrail’in bölgenin bir gerçeği olduğunu vurgulayarak 1949’da İsrail’i tanımıştır. İki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler 1956 Mısır saldırısı sonucu Türkiye’nin Tel Aviv’de bulunan elçisinin geri çağırılmasına kadar devam etmiştir. Takip eden yıllarda Kıbrıs’ın Türkiye’nin milli davası haline gelmesiyle, Türkiye desteği Arap ülkelerinde aramıştır. Uluslararası örgütlerde Arapların milli davalarını destekler kararların lehinde oy vermiş, Filistin sorununda Araplara daha sempatik söylemler kullanmaya başlamıştır. Yine de denge politikasından ödün vermemek adına İsrail ile de arasını soğuk tutmamıştır. 1980’lere gelindiğinde ise Kıbrıs davasında Araplardan istenilen destek alınamadığı için Türkiye bu politikasından vazgeçmiştir. Kontrollü olarak İsrail ile yakınlaşma başlamış ve muhtemelen hiçbir zaman kesilmeyen istihbarat ilişkilerinin daha da geliştirilmesi yolunda çalışmalar yoğunlaşmıştır. İsrail ile yakınlaşmanın kendi ulusal çıkarlarına hizmet edeceğinin hesabını yaptıktan sonra Türkiye, 1991 yılında Tel Aviv’deki temsilciliğini, eş zamanlı olarak da Ankara’da bulunan İsrail ve FKÖ(Filistin Kurtuluş Örgütü) diplomatik misyonlarını büyükelçilik seviyesine yükseltmiş, böylece İsrail ile Filistin arasında denge politikasını uygulamaya devam etmiştir.  2000’lere kadar iyi ilerleyen ilişkiler İsrail-Filistin gerilimi ve İsrail’in aşırı güç kullanması sebebiyle kötüye gitmiştir. Bununla birlikte Türkiye-İsrail ilişkilerinde soğumanın temel sebepleri, 2000 yılında barış görüşmelerinden bir sonuç alınamaması ve Ariel Sharon’un, Yahudilerce “Tapınak Tepesi”, Müslümanlarca “Haram al-Şerif” olarak adlandırılan kutsal alana kalabalık bir polis koruması ile gitmesi sonucu başlayan el-Aksa intifadasıdır. Bunun sonucu olarak İsrail, Filistinlilere aşırı güç kullanmış ve Türkiye bu duruma hem Ecevit hem Erdoğan hükümeti ile sert tepkiler vermiştir. Türkiye, Filistin konusundaki fikirlerini açıklamaktan bugün de olduğu gibi hiçbir zaman çekinmemiştir. Bir yandan ilişkilerini devam ettirirken bir yandan da İsrail’in bazı eylemlerini “soykırım” olarak değerlendirdiğini dile getirmiştir. Mavi Marmara hadisesinden sonra ise iki ülke arasındaki gerilim en üst seviyeye ulaşmıştır. 2013’te İsrail’in özür dilemesi ve tazminat ödemeyi kabul etmesi üzerine daha yumuşak bir tavırla ilişkiler günümüze değin sürdürülmüştür.


Günümüzde İsrail Gazze’de “insanlık suçu” olarak nitelenmesi gereken eylemler gerçekleştirmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu durumla alakalı Rize’de gerçekleştirdiği konuşmasında “Karabağ’a nasıl girdiysek, Libya’ya nasıl girdiysek oraya da öyle gireriz.” cümlesini kurdu. Bu cümle Türkiye’nin savaşa dâhil olacağı anlamını taşımadığı gibi, bölgede etkisiz eleman durumunda olmadığını ve olmayacağını vurgulayan bir açıklamadır. Yine aynı toplantıda Erdoğan Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’a da yapılan davete henüz cevap vermediği gerekçesiyle “Sayın Abbas’ın önce bizden özür dilemesi lazım. Biz de bundan sonraki süreci ona göre işleteceğiz" diyerek tepki gösterdi. Toplantının ardından Mahmud Abbas’ın Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştireceği haberi duyuruldu.


Türkiye’nin attığı adımları yalnızca herhangi bir ideolojiyle açıklamak mümkün değildir. Jeopolitik konumu, tarihsel geçmişi ve misyonuyla Türkiye çok boyutlu ve etkin bir dış politika yürütmek durumundadır. Türkiye (Osmanlı) diplomasiyle tanıştığından beri her masada kendi güvenliğini ve çıkarlarını düşünerek hareket etmektedir.  Türkiye gibi diğer devletler de siyasi ve ekonomik ilişkileri ayrı tutmaktadırlar. Meseleleri realpolitiği düşünmeden yorumlamak mümkün değildir çünkü küreselleşmenin etkisiyle, siyasi olarak bazı krizler yaşansa da ticari alanda ülkeler birbirine ciddi ölçüde bağlıdır. Türkiye-İsrail örneğinde de rastladığımız bu durumda ticari ilişkiler zayıflamış olsa da tamamen bitirilmesi olağan olmadı. İlişkilerin zayıflamasının ana nedeni Türkiye’nin getirmiş olduğu kısıtlamalardan ziyade halkın boykot sebebiyle alternatif ürünlere yönelmesi yüzünden talebin düşmüş olmasıdır. Devlet mekanizması halkın toplamından daha büyüktür. Büyük çoğunlukla halk gibi düşünmez, halk gibi hareket etmez. Farklı bir organizmadır.


Türkiye’nin genelde “barışçıl” politika izlediği düşünülse de gerçekleştirilen eylemlerin tek motivasyonunun barış ve insanlık olmadığının da altını çizmek gerekir. Barış ve insan hakları zaten tüm devletlerin asgari olarak barındırması gereken olgulardır. Ancak görülen o ki; bilhassa modern devletlerin duyguları olmadığı gibi, bu tarz hassasiyetlere göre de politikaları yoktur. Altında daima bir başka sebep daha vardır. Türkiye bölgede güçlü bir devlet olarak büyük önem arz etmektedir. Bu sebeple Gazze’de işlenen insanlık suçuna müdahalede bulunması şarttır. Türkiye hem kendisi için hem de soykırımın yaşandığı bölge için sorumluluk altındadır. Bu durumda en doğru kararları vererek kendi coğrafyasındaki hakimiyetini korumak durumundadır.


[Kapak görseli yapay zeka (Microsoft Copilot) desteğiyle üretilmiştir.]

toplumsal bellek
TAKİPTE KALIN!

Takipte kaldığınız için teşekkür ederiz!

  • Youtube
  • Instagram
  • X

© 2024, Her hakkı saklıdır. Yazıların yasal yükümlülükleri, yazıların yazarlarına aittir. Yazılardaki düşünceler Toplumsal Bellek'i bağlamaz; savunulan fikirler doğrudan yazarlarına aittir.

ULAK| "Haberdar olun..."

bottom of page